İki çeşit yaşam varsayalım. Birincisi; hayatta kalmak için yaşamak, ikincisi; olan bitenlerin gerçek nedenini anlamaya çalışmak.
İnsanlar tarih boyunca topluluk, toplum, devlet olarak hayatta kalabilmiştir. İlk ve orta çağlar yağma ve istila savaşları nedeniyle hayatta kalma mücadelesi ile geçmiş. Bu dönemlerde can güvenliği için toplumsal birlik çok önemli ve gerekliydi. Devlet toplumsal birlik için koşulsuz itaat talep etti. Buna uymayanlar, halkın can güvenliğini sabote eden kötü, ahlaksız, hain olarak görüldü. Hele farklı düşünmek asla kabul edilemiyor isyan sayılıyordu. Bu dönemlerde hayatta kalmak için yaşamak yani koşulsuz itaat etmekten başka çare yoktu.
Koşulsuz itaat eğitimi devlet ve aile işbirliği ile daha bebek doğduğunda başlar, çocuğun zihni istenilen kalıba sokularak tamamlanır. Zihni kalıba sokulmuş kişiye, birinci vazifen; ’Toplumsal birliğe hizmet etmektir’ denmiş, yapacakları, yapmayacakları önceden beynine kazınmıştır. Bu kalıbın adamı olarak; ‘Sadece vazifene uygun davranabilir, buna uymayan; kıyafeti giyemez, yemeği yiyemez, içeceği içemez, müziği dinleyemez, aykırı görünenlerle görüşemez, farklı düşünemez, gidilmez denen yere gidemezsin,’ denmiştir. Yoldan çıkmayı düşünenler için ciddi bir denetleme mekanizması devrededir. Buna göre; toplumsal birliğin korunmasına zarar veren davranışlar ahlaksızlık, buna aykırı düşünmek, hareket etmek vicdansızlık olarak tanımlanmıştır. Yani itaat etmeyene, ahlaksız ve vicdansız deniyor. Ahlaksızlık, vicdansızlık toplum nazarında; gözden düşmek, dışlanmak, her türlü kötülüğü hak etmek anlamına geliyor. Bu yüzen büyük çoğunluk, kendisine öğretileni, kendinden bekleneni yapar, tercih kullanamaz. Tercih yapamayanda irade, özgür irade olabilir mi? İşin hazin tarafı çoğunluk bunun farkında olmadığı için özgür iradesiyle hareket ettiğini sanmaktadır.
Orta çağ gelenekleri orta doğuda ve doğuda halen sürüyor. Yeniçağa geçmiş ülkelerde ise eskiden kalma acı tecrübeler kolektif bilinçaltında etkisini sürdürüyor. Bu yüzden çoğunluk hala hayatta kalmak için yaşıyor. Daha iyisini, daha güzelini daha farklısını, daha gerçeğini aramıyor.
‘Hayatta kalmak için yaşamak beni tatmin etmiyor, kökü Sümerlere kadar uzanan içinde akla mantığa uymayan bilgilere göre yaşamak istemiyorum, özgür irademe, kendi tercihlerime göre yaşamak istiyorum ’ diyenler; sorgulamaya başlarlar. Sorgulayanlar, ilk önce zihinsel bir kalıba sahip olduklarını fark ederler. Bu zihin kalıbından kurtulmadan yol almanın mümkün olmadığını fark ederler. Eğer bir insanın aklına bunlar üşüşmüşse o kişi hakikat arayıcısı olmuştur. Bu yolun yolcusu gün geçtikçe kalıplarını kıra kıra özgür iradeye kavuşacaktır.