Yeni doğan bebek dürtüleri ile hareket eder. İhtiyacını ağlayarak belli eder. Acıkmışsa doyurulur, altı kirlenmişse temizlenir. Bebek doymaktan, temizlenmekten, arzularının tatmin edilmesinden haz duyar. Hayatın böyle olduğunu, haz aldığı şeylerin koşulsuz karşılanacağını sanır. Çocuğa bunun mümkün olmadığı yeri geldikçe anlayabileceği şekilde anlatılır. Örneğin sokakta görüp istediği bir şeyi aile uygun görmezse olmaz der. Böylece çocuğa, her arzu ettiğini her an elde edemeyeceği, bunun bir usulü kaidesi, yeri zamanı olduğu öğretilir. Bu sayede çocuk, bir iç dünyası bir de dış dünya olduğunu bunların birbiriyle zaman zaman çatıştığını öğrenir.
İç dünya ile dış dünya çatışması bir nevi arzular ile gerçeklerin çatışmasıdır. Arzu edilen şey dış dünyanın gerçekleri uyumsuz olursa kişi arzusuna gem vurmak zorunda kalır. Arzusu engellenen kişi sıkıntı yaşar. Eğer benlik bunu dengeleyecek bir çözüm üretirse sıkıntı azalır. Arzular ile gerçekler karşı karşıya geldiğinde, gerçekten yana davranabilenlere olgun insan deniyor. Çocuklar, deliler ve yeterince olgunlaşamamış olanlar gerçeklere uymakta zorlanıyorlar.
Gerçekler dediğimiz toplum kuralları. İnsanın içiyle dışını kaşı karşıya getiren, saçmalıklar barındıran kurallar silsilesi. Örneğin, büyüklerini saymak, küçüklerini sevmek gibi bir toplum kuralı var. Buna uyarak tüm büyükleri saymak, tüm küçükleri sevmemiz mi gerekir? Densiz birini sadece büyük olduğu için saymalı mıyız? Saymadığımız halde sayıyor gözükmek ikiyüzlülük değil midir? Saymadığına bunu belirtmek daha gerçekçi değil midir?
Galiba dış dünyanın gerçekliğini iyi yorumlamak zorundayız. İnsan toplum olmadan yaşamaz. İlk atalarımız toplu yaşayarak hayatta kalmışlar. O devirde toplumun dışladığı birinin yaşamda kalma şansı hiç yoktu. O devirden miras olan bu bilgi halen orta beynimizde kayıtlıdır. Bu kayıt bugün tüm haşmetiyle etkisini sürdürmektedir. Bu yüzden ortalama insan toplumu karşısına almaktan korkar. Öyleyse ne yapalım, toplumun buyurduğu gibi mi yaşayalım? O zaman içimiz başka dışımız başka olmaz mı? Bu daha büyük sorun yaratmaz mı?
Hal böyle olunca insan ya içini referans alacak ya da dış dünyayı. Dış dünyayı referans alanlar kendinden beklenenleri mecburen yaparlar. Mecburen yapılan şeyler öfke biriktirir. Biriken öfke huzursuzluk yaratır, bir gün patlar. Kendi olmak isteyenler iç dünyalarını referans alırlar. Dış dünyanın gerçekleri ile çatışmamak için özünü koruyarak zaman zaman, küçük ödünler vermek gerektiğini bilirler. Bilgece davranıp, ‘Eşeğin önüne et, köpeğin önüne ot atmazlar.’ Gerçeklere uymak için bilerek isteyerek yapılan şeyler insanı o kadar huzursuz etmez.