Filozof, teolog ve mistik olan Şankaraçarya, M.S. 788-820 yıllarında Hindistan’da yaşamış. Şankaraçarya’ ya göre; ‘Çokluk ve farklılık olarak görülen evren, illizyondan başka bir şey değildir.’ Bu üstadın başından şöyle bir olay geçmiş:
Bir gün, gün doğmadan Ganj nehrine gidip banyosunu almış, merdivenlerden çıkarken karşısından bir adam geliyormuş. Hava henüz karanlık olduğundan insanlar birbirini net göremiyormuş. Karşıdan gelen adam üstada dokunmuş. Dokunur dokunmaz, “Tanrım, lütfen beni bağışla ben bir sutrayım,” demiş. (Sutra: Hindistan’da en alt sınıftaki insana verilen sıfat. Köle muamelesi gören bu insanlara, üst sınıftakiler fiziksel olarak dokunmazlarmış.) Üstat bunu duyunca çok sinirlenmiş, “Zamanım boşa gitti, yeniden banyo almam gerekecek,” demiş.
Üstadın böyle demesine çok içerleyen Sudra; “Yeniden banyo yapmadan önce birkaç sorum olacak, önce onlara cevap ver! Eğer sorularımı cevaplamazsan banyodan sonra, sana tekrar dokunacağım ve çok zaman kaybedeceksin,” demiş. Adam Üstadı köşeye sıkıştırmış, ortalık da tenhaymış. Üstat bakmış ki kurtuluş yok, “Peki sor bakalım sorularını,” demiş. Sudra; “Sorularım çok basit. Benim bedenimle senin bedenin arasında ne fark var? Benim kanım ile senin kanın, benim iskeletimle senin iskeletin arasında ne fark var? Her ikimiz de ölsek, iskeletlerimizi gören herhangi biri bedenlerimizi ayırt edebilir mi? Şimdi söyle, benim bedenim dokunulmaz mıdır? Sen, ‘Tanrının herkesin ruhunda olduğunu’ söyleyen üstatsın. Tanrı ve ruh, sen de daha fazla, ben de daha az mıdır? Aramızda bir nitelik ya da nicelik farkı var mı? Senin içindeki tanrı, bilinç, kutsama bende yok mudur?” diye sorularını sıralamış.
Üstat sorulara cevap verememiş, susmuş kalmış. Bunu gören Sudra; “Beni anladıysan yoluna git, tekrar yıkanmaya gerek yok. Eğer yıkanacaksan soruma cevap ver,” demiş. Üstat tapınağına gitmiş. Bu olay Üstadın tüm felsefesini alt üst etmiş.
İnsanlara yüzyıllar boyunca, ısrarla başkalarından farklı olduğu öğretildi. Yetmedi, senin gibi olmayanlar; kötü, çirkin, öteki, düşman vb dendi Bunları benimseyenler; karşılaştığı insanı inceliyor, farkını belirliyor ve sınıflandırıyorlar.
Bu sınıflandırmaya, yargılama deniyor. Yargılamayı öğrenenler, insanların doğal farklarını bile kınıyor, ayıplıyor, hor görülüyorlar. Yukarıdaki yaşanmış olayda görüldüğü gibi, bir üstat bile bir Sutranın dokunması ile kendini kirlenmiş kabul ediyor. Ancak insan yerine konmayan Sudra, insanlar arasındaki farkların ne kadar suni, sığ ve anlamsız olduğunu çok güzel ifade ediyor.
Doğada sadece insan yargılıyor. Bu insanın insana yaptığı büyük bir zulüm. Bu zalimliği insanlar atalarından öğrendi. Eski bilgilerini yenileyenler, yargılamaktan vazgeçecek ve insanları olduğu gibi kabul edecektir. Bir insanı olduğu gibi kabul etmek ona yapılabilecek en büyük yardım değil midir?