Cinayet işleyen birine, ‘Neden yaptın?’ diye soruluyor, ‘İstemeden yaptım,’ diyor. ‘Nasıl oldu?’ diye soruluyor, ‘Bir öfkeye kapıldım, şeytana uydum, kendimi kaybettim,’ diyor. Bu savunmalar ‘Kader kurbanı,’ filan diye toplumda nispeten kabul görüyor.
İstemeden birini öldürmek şurada dursun, istemeden bir eylem yapmak mümkün müdür?
Asla mümkün değildir!
Öyleyse neden ‘İstemeden yaptım,’ diyorlar? Çünkü bunun açıklamasını yapamıyorlar. Bunu açıklayabilmek için, olanı biteni anlamaya çalışmak, bunun için sorgulamak gerekiyor. Açıklayamayanlar, ya olanı biteni anlamaya çalışmamış, ya anladığı halde gereğini yapmamış, ya da aşırı baskıcı bir ortamda yetişmiş ve başına gelene teslim olmuş olmalı. Yani neresinden bakarsanız bakın basiretsizlik, kifayetsizliktir.
Toplum baskısını hisseden insanın önünde kabaca iki yol vardır. Birincisi, toplumun beklediği gibi olmak, ikincisi kendi isteğinden vazgeçmemek. Toplumun beklediği gibi olmayı tercih edenler, toplum ile çatışmayı göze alamayanlardır. Eğer kendi ile toplum arasında bir tercih yapmak zorunda kalırsa, kendi isteğinden vazgeçerler. Kendinden vazgeçmek; tepki vereceği durumları içine atmaktır. Sinirlenir, öfkelenir, kızar, alınır, gücenir, üzülür, isyan edesi gelir ama bunları gösteremez hep içine atar.
İçine atanların öfkesi birikir, koyu bir nefret ve hiddete dönüşür. Bu nefret ve hiddet patlamaya hazır bomba gibidir. Bir gün birinin en ufak bir kışkırtmasıyla cinayetle sonuçlanabilecek bir eyleme dönüşebilir veya bir hastalığa dönüşebilir. Sonra da istemeden yaptım, der. Yıllarca biriktirdiği öfkesinden kendini sorumlu tutmaz.
Bu insanlar, iki nedenden dolayı toplumun beklediği davranmayı tercih ediyorlar. Birincisi, ‘El ne der,’ korkusu, ikincisi, toplumdan ‘iyi bir insan’ övgüsü. Yani kendilerine diğerlerinin gözünden bakıyorlar. Bu gibi insanların mutluluğu diğerlerinin ağzından çıkacak lafa bakar. Kınanırsa üzülür, övülürse sevinir. Bu insanlar kendinden vazgeçerek ölçüyü kaçırmışlardır.
Peki toplumu hiçe mi saymalı? Bu da ölçüyü öbür taraftan kaçırmak olur. Eğer öfke, karşıdakini uyarmak, kalbiyle buluşturmak, aklını başına getirmek amacıyla, zarif bir uyarı şekilde yapılırsa, hem mesele olmaz, hem de kişi kendinizden vazgeçmemiş olur. Bunun yerine, yapanın canına okumak, anasından doğduğuna pişman etmek amacıyla yapılırsa, öfke beslenir, beslendikçe büyür ve tehlikeli hale gelir.
En iyisi, öfkenin farkına varabilmektir. Farkına varan, öfkenin bir enerji olduğunu, eğer beslenmez ise yok olacağını bilir. Öfkeye kapılmaz, onu deşarj edecek şeyleri arar, bulur. Bu yolda ilerlerken belki bir gün öfkelenmeyecek kadar olgunlaşmak mümkün olur.