“Sen, ben, bizim oğlan” yazdım. Google’da tarattım.
İlk site Ekşi Sözlük’teki açıklamaydı. “Kendi kendine yeten mikrokozmoz tanımıdır. Küçük olsun benim olsuncu, kol kırılsın yen içinde kalsıncı Türk milletinin favori çekirdek sosyal yapısıdır. Türk akademik sisteminin de esasını oluşturur”.
Uludağ Sözlük’teki açıklama: “Halk arasında, genelde samimi bir ortamı tabir eder. Arada yabancı olmadığını ifade eden sözdür ama genelde olumsuz durumlar için kullanılır. “Bir eylemin, durumun aralarında yakınlık, bağ olan kişiler dışında kimseye açık olmaması halinde kullanılan bir deyimdir.”
Prof. Dr. Rana Yavuzer Anadolu’nun yazısından bir alıntı: “Sen-Ben-Bizim Oğlan Demokrasisi: …Tüm dış etkilere kapalıdır, ve her şey önceden kapalı kapılar ardında kararlaştırılır. Küçük ama çok emin bir sistemdir. Özellikle siyasi bir partinin bu biçimde yönetilmesi, yöneticilerin sonsuza kadar işbaşında kalmasını sağlar… Akıl yürütme potansiyeli taşıyan herkes hemen dışlanır...”
“Sen, ben, bizim oğlan” deyişini, ilk Denizli’de duydum. Yukarıda açıklandığı gibi ben de samimi bir ortamı ifade etmek için kullanıldığını düşünmüştüm. Ancak yaşanan olaylar olumsuz anlamının daha gerçekçi olduğunu gösteriyor.
Geçen hafta Selçuk Şirin’in “Bir Türkiye Hayali” başlıklı kitabından bahsetmiştim. Türkiye’de yetişkinler, okuduğunu anlama ve teknoloji kullanarak problem çözme becerileri açısından çok vahim durumda. Gençlerimiz de benzer durumda. Bu sonuç çok önemli. Bu kişilerin “sen, ben, bizim oğlan” yaklaşımıyla ekipler kurduklarını ve karar verici pozisyona geçtiklerini düşünün…
Türkiye’de “sen, ben, bizim oğlan” yaklaşımı çok yaygın. Farklı alanlardan takım kurmak konusunda hiç yeterli değiliz. Bu nedenle gelişmiş toplumlar arasında olamıyoruz. Örneğin, tıbbi cihazların çok büyük bir kısmı yurt dışına bağımlıdır. Türkiye’de üretilemez. Çünkü tıp fakülteleri ve Sağlık Bakanlığı hastaneleri genel olarak farklı alanlara kapalı çalışır. Bu nedenle tıbbi cihazları üretecek alanlardaki kişiler hastanelerde geçici olsa da görevlendirilemez. Sağlık sektörü ile ilgili doktora programları yapılamaz. Yapılsa da işin mutfağına giremedikleri için inovasyon yapılamaz. Örneğin, veri bilimcileri hastanelerdeki iş akışını bilemez. Makine, mekatronik, elektrik, elektronik, bilişim ve ilgili çok sayıda mühendislik, fen ve sosyal bilim insanları tıbbi cihaz kullanım mutfağı sayılan hastanelerde görev alamaz. Dolayısıyla eğitilemez.
Örneğin, Sağlık Bakanlığı Tıbbi Biyokimya’nın sadece Tıpta Uzmanlık Sınavı (TUS)’nda başarılı olup da 4 yıl hastanelerde eğitim alan tıp fakültesi mezunları tarafından yürütülmesi gerektiğini savunur ve uygular.
Tıbbi laboratuvar alanına tıp yanında, kimya, çeşitli mühendislik dalları, istatistik, matematik ve yönetim bilimlerinin etkileri vardır. Çoklu disiplinli takımlar kurulmadıkça ne eğitimde ne tıbbi laboratuvar yönetiminde ne de tıbbi cihaz üretiminde başarılı olunamaz. Tıp fakültelerinde özellikle Biyokimya alanında doktora yapmış mezunlar öğretim elemanı kadrolarına alınmaz. Hastanelerde de görev verilmez. TUS sınavı girişli TUS uzmanları ile doktoralı uzmanlar arasında çok derin ayırımcılık var. Hatta doktora yapmış kişiler uzman olarak anılmazlar. 1994’te bir toplantıda tıp fakültelerine temel tıpta tıp mezunu olmayan kimseyi almayalım diye konuşan bir öğretim üyesi vardı. Uzun yıllar derneklerde görev yaptı. Şimdi bir vakıf üniversitesinde tıp fakültesi dekanı.
Böyle olunca ne oluyor? Tıpta ve tıbbi laboratuvarlarda kullanılan tıbbi cihazlar ve reaktifler Türkiye’de üretilemiyor. Trilyonlarca lira yurt dışına gidiyor. İnovasyona giden tüm yollar tıkanmış oluyor. Bu tüm Türk vatandaşlarını ilgilendiren bir konu.
Vücuttaki kimyasal olayları ilk yıllarda net olarak öğrenmeyen hekim ileri yıllardaki hastalık mekanizmalarını net öğrenemez. Dolayısıyla hizmette de etkili olamaz. Tıbbi laboratuvar yönetimi ise matematik, istatistik, çeşitli mühendislik dalları ve yönetim biliminin etkisi altındadır. Tıp alanı yanında bu alanların etkilerini dikkate alan eğitim-öğretim programlarına ihtiyaç vardır. Şu anda Türkiye’de bu alanda eğitim veren kuruluş yok denecek kadar az. Vurguladığım uygulamalar nedeniyle eğitim verecek öğretim elemanı da bulunamıyor. Eğitim verilse de, mühendis, veri bilimcisi hastanelerde görev alamıyor. Eğitilemiyor. İşin mutfağına girmeden inovasyon yapılamayacağı halen farkına varılmamış durumda.
TÜBİTAK’ta da bu alandaki proje önerilerini ön değerlendirecek yeterlilikte bireyler bulunmamakta. Bu da “sen, ben, bizim oğlan” yaklaşımından kaynaklanmakta…
Türkiye’nin geleceği “sen, ben, bizim oğlan” yaklaşımıyla heba ediliyor. Çoklu disiplinli takım ruhu halen yerleşmemiş görünüyor. İyileştirerek gelişmek için birinci şartı kaçırmaktayız…
İyi bir hafta diliyorum.
Sevgi ve Saygıyla kalın.